8 Ocak 2017 Pazar

Sonsuz Döngü


Yağmur az önce dinmişti. Şimdi bu dar ve karanlık sokakta yürüyüp ana caddeden uzaklaşırken, binaların çatısından göletlere damlayan suyun şıpırtısı dışında neredeyse hiçbir ses yoktu. Ne sokak çığırtkanlarının bağırtıları, ne gece kulüplerinden yayılan elektro-tekno müzik, ne bilbordlardaki üç boyutlu hologram reklamların gürültüsü, ne de bas bas bağırarak şarkı söyleyen sarhoşlar duyulabiliyordu. Ana caddeden o kadar uzaklaşmıştı ki, birinci seviye A-54 hava bulvarının kilitlenmiş trafiğindeki bıkkın sürücülerin, küfürler eşliğinde abandıkları dijital klaksonlarının ve ikinci seviye B-21 hava otobanından vızır vızır geçen anti-yerçekimli araçların regülatörlerinin gürültüsü bile zar zor duyuluyordu. Yalnızca su damlaları, kendi adımlarının şıpırtısı, arada bir de sokağın orasında burasında birikmiş çöp yığınlarının arasından gelen, bir evsize veya belki bir sıçana ait tıkırtılar.

Julios Prime’ı 80 sene önce terk etmiş, daha sakin ve küçük bir şehir olan Old Columbia’ya yerleşmişti. Her on küsür yılda bir, acılarını tekrar depreştirmek için kendini bu şehre geri atardı. Her defasında, Caterpillar vakum treninin geniş pencerelerinden, Julios Prime’ın devasa gökdelenlerinin oluşturduğu o kasvetli silüetini gördüğü anda, beynine bir acı saplanır ve o acı, şehri terk edene kadar tatlı tatlı canını yakmayı sürdürürdü. O ise bundan hiç şikayetçi değildi. Bunu özellikle istiyordu; buna ihtiyacı vardı.

Canını yakan nefret dolu bu şehir, artık onu o yapan yegane anıların kaynağıydı. Şehir onun benliğiydi. Şehir olmadan, o bir hiçti.

Hatırlamak onun için hiçbir zaman problem olmamıştı. Oğlunun öldüğü günü bugün gibi hatırlıyordu.

Carter... Çocuk, Phoenix eğlence komplekslerine ait bir otelin çöplüğünde sefil bir halde ölü olarak bulunmuştu. Uyuşturucu parasını çıkarmak için dahil olduğu özel bir striptiz seansında, aşırı doz slimsim tetikleyici kullanımı sonucu, dans ederken kalp krizi geçirdiği sonradan ortaya çıkmıştı. Başlarının belaya girmesinden korkan karanlık kişiler, onu henüz nefes alıyorken, çırılçıplak bir şekilde bir çöp konteynırına savurmuşlardı. Zavallı genç, lağım, sidik ve meninin içinde, farelerin kemirtileri arasında can çekişerek son nefesini vermişti. Katilleri bu yozlaşmış sistemde asla bulunamamış, şehir güzel olan her şeye yaptığı gibi oğlunu da yalayıp, yutup, sindirmişti. Ne güzel bir çocuktu oğlu. O konteynırın içinde bile ışıl ışıldı yüzü. Carter...

Onun için asıl problem hissetmekti. Bütün bu anılar nanosaniyeler içinde gözlerinin önünden geçip giderken, en ufak bir kalp çarpıntısı hissetmiyordu. Malum olaydan sonra kalbi yok olmuştu. Elindeki tek şey beynine iğne gibi saplanan bir acıydı. Burnunu kapatıp organik kahve içmek, ömrünün sonuna dek bir dijital fahişeyle seks yapmak, veya günlerce, incecik bir borudan nefes almaya çalışmak gibi bir histi bu. Eksik, tatminsiz ve tahammül edilmez bir lanet.

Devasa bir sıçan önünden su sıçratarak geçerken, kaybolduğu anılardan uyandı. Kendini, oğlunun ölü bulunduğu konteynırın bir zamanlar durduğu yere bakarken buldu. İç geçirip etrafına bakındı ve kapalı bir çin restoranının arka mutfak çıkışına yöneldi. Koyu haki renkli trençkotunu düzeltip ıslak basamaklara oturdu. İç cebinden Violet Lagoon marka sigara paketini çıkardı ve bir dalını ağzına götürüp yaktı. Duvara yaslandı ve karanfil aromalı dumanı içine çekti. Başını kaldırıp, en az 400 metre yüksekliğindeki Kodak Plaza’nın en tepesindeki, kırmızı-pembe neonla yazılmış, kirli ve puslu hava yüzünden buğulu görünen devasa tabelaya baktı. Neon tabela dikkat çekmek üzere yanıp sönerken bir süre öylece bekledi ve sonra dumanı yavaşça geri üfledi. Önce bütün halinde havada asılı kalan duman, daha sonra gelen rüzgarla beraber spiral yaparak kayboldu. Havadaki çilekli stimulant kokusu yanık silikon kokusuyla karışıyor, rüzgar vurdukça yerini lağım ve sidik kokusuna bırakıyordu. Sigarasından biraz daha çekti. Kulaklarına dijital bir uğultu sesi gelince rahatsız bir şekilde ovuşturdu.


Jayne... o zamanlar adı SubTown olan Phoenix’in Punk barlarından birinde tanışmışlardı. Karaoke odasını kapatmış bir serseri grubunun içinde, sırayla vuruştukları stimpacklerden ona uzatılanları almamak için direten o sevimli masum şeyi bir süre uzaktan gülümseyerek izlemiş, daha sonra yanına yaklaşıp “Böğürtlenli milkshakeini sek mi alırsın, yoksa üzerine çikolata parçacıkları serpiştireyim mi?” diyerek ayartmıştı. Şaşkınlığını ustalıkla gizleyen Jayne, “Parçacıklı olsun, sek içince azıtıyorum” diye cevap vermiş, ve karşılıklı gülüşmelerle muhabbeti koyulaştırmışlardı. O geceden sonra birlikte inişli çıkışlı geçen iki muhteşem yılın ardından, oğulları Carter dünyaya gelmişti. Bu estetik ve prostetiklerden oluşan sahte dünyadan çıkabilecek en gerçek aşkı yaşamışlardı. İşte bu yüzden, onbeş sene sonra Carter’ı kaybettiğinde Jayne’in yanında kalmaya, onun suratında Carter’ı görmeye daha fazla tahammül edememişti. Jayne’in bütün yalvarmalarına rağmen, kendine yeni bir hayat kurmaya karar vermiş, onu ve şehri arkasında bırakıp terk etmişti. Onu o günden sonra da bir daha hiç görmemişti. Jayne...

Bu sefer onu düşlerinden uyandıran şey bir kahkaha nidası oldu. Dönüp baktığında alkol almış züppe bir çiftin, Latex Neon marka ışıklı deri botlarıyla suları şapırdata şapırdata, sokak boyunca savrula savrula yürüdüklerini gördü. Kadın kareli çorap ve kısacık deri şort üzerine, krom dikenlerle çevrelenmiş siyah bir sutyen, ve onun üzerine de tamamen saydam ve çevredeki ışıkları yansıtan parlak bir yağmurluk giymişti. Sapsarı saçlarını iki yandan çocuksu bir şekilde toplamış, gözlerinin çukurlarını ve dudaklarını abartılı bir makyajla simsiyah boyamıştı. Koluna girmiş kel adam, deri ve dar bir pantolon üzerine siyah trençkot giymişti. İkisinin de yüz hatları kusursuzdu. Olabilecek bütün pürüzler adeta bir dijital çizim programında düzeltilmiş gibiydi. Bu kusursuzluk devrinde bu bilinçli vatandaşlardan daha azı da beklenemezdi zaten. Önünden geçerken kahkahalarına ara verip göz ucuyla ona baktılar. Onlar kendi aralarında bir şeyler fısıldaşırken, o ise bu tiksinme jestlerine alışık olduğu için istifini bozmadan ve bakışlarını onlardan ayırmadan sigarasından bir fırt daha çekti. Birazdan, çift yeterince uzaklaştıktan sonra, önüne dönüp gayrı ihtiyari, ayaklarının altındaki incecik göletteki yansımasına baktı. Porselen kusursuzluğundaki yüzünün karanlığında ışıl ışıl parlayan menekşe rengi gözlerini gördü. Yüzüne dokundu. Tatsız bir hışırtı sesi çıktı. Öfkelenip ayağıyla suyu buğulandırdı. Kulağını, yeniden başlayan dijital uğultudan dolayı daha sertçe ovuşturduktan sonra bir küfür savurup ayağa kalktı ve sigarasını fırlatıp yürümeye koyuldu.

Old Columbia huzuru arayan bir insanın terapi olabileceği -en azından bu çılgınlık çağında- nadir şehirlerden biriydi. Küçük apartman dairesine yerleşir yerleşmez ilk yaptığı şey, kimliğini değiştirmek oldu. Şimdi yeni şehri, işi ve kimliğiyle yeni hayatına atılmaya hazırdı. Fakat işler umduğu gibi gitmedi. Ne yazık ki Carter’ın simasını gördüğü tek yüz Jayne’inki değildi. Aynaya bakmak gitgide zorlaştı. Bir süre sonra durum dayanılmaz bir hal almaya başlayınca, kendini bir estetik kliniğinde buldu. Kısa bir operasyondan sonra artık bambaşka bir yüze sahip olmuştu. Artık o da “Kusursuz”lardandı.

Fakat bu da kurtuluşu olmadı. Bütün geçmişinden sonra yüzünü de kaybetmek, ruhunda onulmaz yaralar açtı. Eski benliği ve anıları bir an aklından siliniyor, bir an şimşek gibi aklına geri giriyordu. Kabusları arttı. Kendine güveni yok oldu. Unutkanlık sorunları yaşamaya başladı. Hafızasında olaylar arasında geniş siyah boşluklar oluştu. Çıldırdı. Aynaları yumrukladı. Yüzünü parçaladı... Nihayet Old Columbia’nın en yüksek binası olan DA Automatronics‘e çıkıp -ki bir Julios Prime gökdeleni olamasa da en az 250 metre vardı- kendini aşağı bıraktı.

Carter... Küçüklüğü geldi aklına. Sanatçı ruhlu ve narin bir çocuktu, bu çağın çocuğu değildi asla. Mutfaktaki yardımcı otomatondan korkup ona sığındığı bir anısı geldi aklına. “Oğlum, otomatonlar sana zarar veremezler. Bu korkunu yenmelisin artık. Otomaton kanunlarını hatırla, say hadi tekrar, neydi?” demişti. Carter ürkek ama zeki bir çocuktu. “Otomatonlar insanlara zarar veremezler, onları korumak zorundadırlar, ve bu koşullar altında otomatonlar kendilerini de korumak zorundadırlar” demişti bir çırpıda. Evladını şefkatle kucağına alıp “o zaman korkacak bir şey yokmuş değil mi?” demişti o da. Masum, ürkek bebeğiydi o. Carter...

Gökdelenden düşerken kulaklarındaki uğultu dayanılır gibi değildi. Yere gitgide yaklaştı.

Sokak boyunca yürürken o dijital uğultu yine ortaya çıktı. Kulağına vurdu tekrar. Tok bir metal sesi geldi.


Yere çakılınca paramparça olan vücudu, DA Automatronics’in avlusunun dört bir köşesine dağıldı. Vücut parçalarını temizlemeye koyulan görevliler, şans eseri en önemli organın bütünlüğünü koruduğunu farkettiler. Onu alelacele, henüz prototip aşamasındaki 4. nesil bir avatar otomatonuna infüze ettiler.

Bir otomatonun içine yerleştirilmiş gerçek, yetişkin bir insan beyni...

Yürüdü, yürüdü. Gecenin bu geç saatlerinde hava buz gibi soğumuştu, fakat o üşümüyordu. Sıcak tutması gereken bir vücudu, dolayısıyla bir dolaşım sistemi yoktu. İşte bu yüzden kalbi de yoktu. Malum olaydan sonra vücuduyla beraber kalbini de kaybetmişti. Sıcak, heyecan ve doygunluk hisleri yoktu. Tatmin yoktu.

Her şeye rağmen ölüm de yoktu; "...ve bu koşullar altında otomatonlar kendilerini de korumak zorundadırlar."

Sokağın sonuna yaklaşırken şehrin gürültüsü de yavaşça büyüdü kulaklarında. Az sonra trafikte karşıdan karşıya geçen yayalara karışacak, B-21 hava otobanı üzerinden Caterpiller Julios Prime istasyonuna ulaşacaktı. Buradan Old Columbia'daki DA Otomatronics’in merkez ambarına geçip ,kendini, ona ayrılmış kapsülünde sabaha kadar şarj edecekti. Sonsuza kadar sürecek hayatında, evden işe, işten eve gidip gelirken, bir sonraki on küsür yılda oğlunun ölümünü yeniden yaşayıp beynine o acıyı yeniden saplayacağı günü iple çekecekti.

Kendini şarj cihazına yerleştirip fonksiyonlarını kaparken, gözlerindeki menekşe rengi ışık da yavaşça söndü.


4 Ocak 2017 Çarşamba

Siberuzay (Cyberspace)



William Gibson tarafından sunulmuş bir kelimedir. Kısaca, evrensel bilgi ve iletişim ağı olarak tanımlanabilir. Bunun yanında, başka önemli alt anlamları da vardır. William Gibson kitabı Neuromancer'da siberuzayı şöyle betimlemiştir:

"Bütün uluslarda, çocuklara matematik konseptleri öğretilerek, binlerce meşru operatörün kendi isteğiyle günlük olarak deneyimlediği bir halüsinasyondur."

"...İnsan sistemindeki bütün bilgisayarların kaynaklarından çekilmiş verilerin grafiksel gösterimidir. Hayal edilemez bir karmaşıklık. Aklın uzayında çizgi çizgi sıralanmış ışıklar, kümeler ve takımyıldızları halinde veriler."

– W. Gibson, Neuromancer (1984)

Gemini Rue


 
Tarz
Icon Adventure

Firma
Wadjet Eye Games

Sayfalar
Oyun SitesiSteam

Azriel Odin, eski suikastçi, yağmura tutulmuş Barracus gezegenine ulaşır. İşler inanılmaz ters gidince eskiden kendileri için çalıştığı suçluların yardımını almak zorunda kalır. Bu sırada, galaksinin diğer tarafında, Delta-Altı isminde bir adam bir hastanede, hafızasını yitirmiş bir şekilde uyanır. Nereye sığınacağını veya kime güveneceğini bilemeden, kimliğini tamamen kaybetmeden önce buradan kaçmaya ant içer.

Kader bu ikisini birbirine yaklaştırdıkça bizler, hayatın ucuz olduğu, kimliklerin alınıp satıldığı ve bir kurtuluş arayışının bütün galaksinin kaderini değiştirebildiği bir dünyayı keşfederiz.

Eski tarz ikon-adventure oyunları sizi sıkmıyorsa, senaryosu ve akışıyla son zamanlarda çıkan en iyi cyberpunk oyunlarından biri.

Dipnot...


Cyberpunk;

Teknoloji distopyasıdır,
Hükümetleri kölesi haline getirmiş devasa şirketlerdir,
Kontrolden çıkmış anarşist gruplar,
Bozulmuş etik, yozlaşmış toplumsal yapılardır,
Vahşi kapitalizmdir,
Hackingdir, sibernetik implantlardır,
Bioteknolojidir,
Kopuk uzuvlar ve metal protezlerdir,
Metal ve etin, kan ve makine yağının karışmasıdır,
Mavi, kırmızı, mor, biraz da yeşil neon ışıklarıdır.

Havadaki elektronik cızırtıdır Cyberpunk,
Bozuk İmplantın yarattığı baş ağrısıdır...

3 Ocak 2017 Salı

Renaissance (2006)


 
Yönetmen
Christian Volckman

Oyuncular
Daniel Craig
Catherine McCormack
Jonathan Pryce

Sayfalar
ImdbVikipedi

Olay, 2054 yılında Paris'te geçer. 22 yaşında başarılı bir araştırmacı olan İlona Tasuyev esrarengiz bir biçimde kaçırılır. Fidye istenmeyen bu kaçırmada onu bulmak için yapılan ilk girişimler sonuç vermez. Filmin başından sonuna kadar sürekli olarak vurgulanan ve oldukça güçlü olan Avalon dev bir şirkettir. İnsanların hayatlarını kolaylaştırıp onlara daha iyi bir görünüş kazandırmayı vaat eden Avalon, kızın işvereni olarak onu ne pahasına olursa olsun kurtarmak istemektedir. Avalon'un yönetim kurulu başkanı Dellenbach, bu davada rehin kurtarma uzmanı ve teşkilatın başına buyruk ancak başarılı müdahaleleriyle en tartışmalı polisi konumunda bulunan memur Barthélémy Karas'ın görevlendirilmesini ister.

Karas, araştırması sırasında, İlona ile gözden düşen bilim adamı Dr. Jonas Müller'in arasında bir bağ olduğunu saptar ve İlona'nın kendisi kadar güzel kız kardeşi Bislane ile görüşür. Olaylar ilerledikçe İlona ve üzerinde çalıştığı insan ırkının geleceğini belirleyecek bir protokol (the Renaissance) hakkında gerçekler ortaya çıkmaya başlar.

Distopya Toplumu



Cyberpunk dünyaları genellikle büyük uluslararası şirketler veya totaliter hükümetler gibi sistemler tarafından yönetilir. Sıradan insanlar hayatlarını genellikle, sosyal normları ve insanların yaşayış ve düşünce biçimlerini dikte eden bu şirketlerin kölesi olarak sürdürür.


"Doğduğu günden (muhtemelen şirketlere ait bir hastanede) öleceği güne (şirket yapımı bir tabutun içinde) ortalama bir 2070 insanı, megaşirketlerin toplumda neredeyse herşeydeki etkisinin izleriyle çevrelenmişti. Onlar -veya onların sayısız karanlık yan kuruluşları ve küçük rakipleri- ihtiyacı olan hemen hemen her şeyi, dolaylı veya direk olarak sağlıyorlardı: işini, evini, eğlencesini, yiyecek ve içeceğini, kıyafetlerini, ve onlardan biri için çalışıyorsa da, büyük olasılıkla fikirlerini ve hayata bakışını. Güçleri hükümetlerle yarışır seviyedeydi, ve kendi hissedarları ve Kurumsal Mahkemeleri dışında hiç kimseye hesap vermezlerdi."

- Shadowrun 20. Yıldönümü Sürümü (2009)

Cyber Punk !


"Cyberpunk" terimi ilk kez Amerikalı yazar Bruce Bethke'nin 1983'te yazdığı "Cyberpunk" isimli kısa öyküsünde kullanıldı. Hikaye, ana akım toplumuna alt kültürel bir tehdit oluşturan bir "sibernetik serseri" grubunu anlatıyordu. Bethke'nin "cyber punk" ları yıkımlarını hacking ve siber suçlar aracılığıyla gerçekleştirdiler, bu da onları 20. yüzyıldaki gerçek serseri kuzenlerinden çok daha tehlikeli kılıyordu.

Edebi bir tür ismi olarak Cyberpunk, Asimov’s Science Fiction dergisinin editörü Gardner Dozois tarafından ortaya sürüldü. Tür, William Gibson ve kült romanı Neuromancer (1984) sayesinde bir kaç yıl sonra popüler oldu. Bu kitap türün daha sonra diğer cyberpunk yazarları tarafından geliştirilecek olan belirleyici özelliklerinin bir çoğunun tanımlayıcısı oldu.

Sinemada türün tanımlayıcı başyapıtı Philip K. Dick'in Do Androids Dream of Electric Sheep? (1968) kitabından uyarlanmış Blade Runner (1982) filmidir.


Cyber-Punk (Siber-Serseri)

"Cyber" (Siber) kelimesinin kökeni, sistemleri (biyolojik, sosyal ve sanal) ve bunlar arasındaki bilgi alışverişini inceleyen bir disiplin olan Sibernetik kelimesidir. Bilgi, etkileşim, AI(yapay zeka) ve iletişim, dolayısıyla sosyal kontrol ile yakından ilgilidir, ki bunlar cyberpunk çalışmalarının sıklıkla dahil ettiği konulardır.

Bir sosyal fenomen olarak "Punk" (Serseri) tabiri, 1970 lerde Batının birkaç farklı yeraltı kültürünün, punk-rock müziğin vahşi asiliğiyle birleşmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Otoriteye karşı çıkma ve bireyin özgürlüğü konularına vurgu yaparak, sosyal normları sarsmayı ve yıkmayı hedeflemiştir. Çoğu zaman anarşist fikirler, anti-kapitalizm, kontrolsüz seks ve rekreasyonel ilaçlarla birlikte anılır.

"Cyberpunk" terimi teknolojik olarak gelişmiş toplumun güçlü sistemini bireyin bireyselliğiyle çatışma içine sokar. Bu durum şu tanımla çok iyi anlatılmıştır; "high tech - low life" yani "yüksek teknoloji - düşük hayat (sefillik)".

Cyberpunk teknolojik gelişmenin insancıllığı büyük ölçüde bastırdığı ve teknolojinin insanlığın aracı olmaktan çıkıp sahibi olduğu bir dünya vizyonu sunar.