Yağmur az önce dinmişti. Şimdi bu dar ve karanlık sokakta yürüyüp ana caddeden uzaklaşırken, binaların çatısından göletlere damlayan suyun şıpırtısı dışında neredeyse hiçbir ses yoktu. Ne sokak çığırtkanlarının bağırtıları, ne gece kulüplerinden yayılan elektro-tekno müzik, ne bilbordlardaki üç boyutlu hologram reklamların gürültüsü, ne de bas bas bağırarak şarkı söyleyen sarhoşlar duyulabiliyordu. Ana caddeden o kadar uzaklaşmıştı ki, birinci seviye A-54 hava bulvarının kilitlenmiş trafiğindeki bıkkın sürücülerin, küfürler eşliğinde abandıkları dijital klaksonlarının ve ikinci seviye B-21 hava otobanından vızır vızır geçen anti-yerçekimli araçların regülatörlerinin gürültüsü bile zar zor duyuluyordu. Yalnızca su damlaları, kendi adımlarının şıpırtısı, arada bir de sokağın orasında burasında birikmiş çöp yığınlarının arasından gelen, bir evsize veya belki bir sıçana ait tıkırtılar.
Julios Prime’ı 80 sene önce terk etmiş, daha sakin ve küçük
bir şehir olan Old Columbia’ya yerleşmişti. Her on küsür yılda bir, acılarını
tekrar depreştirmek için kendini bu şehre geri atardı. Her defasında, Caterpillar
vakum treninin geniş pencerelerinden, Julios Prime’ın devasa gökdelenlerinin
oluşturduğu o kasvetli silüetini gördüğü anda, beynine bir acı saplanır ve o acı, şehri terk edene kadar tatlı tatlı canını yakmayı sürdürürdü. O ise
bundan hiç şikayetçi değildi. Bunu özellikle istiyordu; buna ihtiyacı vardı.
Canını yakan nefret dolu bu şehir, artık onu o
yapan yegane anıların kaynağıydı. Şehir onun benliğiydi. Şehir olmadan, o bir
hiçti.
Hatırlamak onun için hiçbir zaman problem olmamıştı.
Oğlunun öldüğü günü bugün gibi hatırlıyordu.
Carter... Çocuk, Phoenix eğlence komplekslerine ait bir otelin
çöplüğünde sefil bir halde ölü olarak bulunmuştu. Uyuşturucu parasını çıkarmak
için dahil olduğu özel bir striptiz seansında, aşırı doz slimsim
tetikleyici kullanımı sonucu, dans ederken kalp krizi geçirdiği
sonradan ortaya çıkmıştı. Başlarının belaya girmesinden korkan karanlık
kişiler, onu henüz nefes alıyorken, çırılçıplak bir şekilde bir çöp
konteynırına savurmuşlardı. Zavallı genç, lağım, sidik ve meninin içinde,
farelerin kemirtileri arasında can çekişerek son nefesini vermişti. Katilleri bu
yozlaşmış sistemde asla bulunamamış, şehir güzel olan her şeye yaptığı gibi
oğlunu da yalayıp, yutup, sindirmişti. Ne güzel bir çocuktu oğlu. O konteynırın
içinde bile ışıl ışıldı yüzü. Carter...
Onun için asıl problem hissetmekti. Bütün bu anılar nanosaniyeler
içinde gözlerinin önünden geçip giderken, en ufak bir kalp çarpıntısı hissetmiyordu.
Malum olaydan sonra kalbi yok olmuştu. Elindeki tek şey beynine iğne gibi
saplanan bir acıydı. Burnunu kapatıp organik kahve içmek, ömrünün sonuna dek bir
dijital fahişeyle seks yapmak, veya günlerce, incecik bir borudan nefes almaya
çalışmak gibi bir histi bu. Eksik, tatminsiz ve tahammül edilmez bir lanet.
Devasa bir sıçan önünden su sıçratarak geçerken,
kaybolduğu anılardan uyandı. Kendini, oğlunun ölü bulunduğu konteynırın bir
zamanlar durduğu yere bakarken buldu. İç geçirip etrafına bakındı ve kapalı bir
çin restoranının arka mutfak çıkışına yöneldi. Koyu haki renkli trençkotunu düzeltip
ıslak basamaklara oturdu. İç cebinden Violet Lagoon marka sigara paketini çıkardı
ve bir dalını ağzına götürüp yaktı. Duvara yaslandı ve karanfil aromalı dumanı
içine çekti. Başını kaldırıp, en az 400 metre yüksekliğindeki Kodak Plaza’nın en
tepesindeki, kırmızı-pembe neonla yazılmış, kirli ve puslu hava yüzünden buğulu
görünen devasa tabelaya baktı. Neon tabela dikkat çekmek üzere yanıp sönerken bir
süre öylece bekledi ve sonra dumanı yavaşça geri üfledi. Önce bütün halinde
havada asılı kalan duman, daha sonra gelen rüzgarla beraber spiral yaparak
kayboldu. Havadaki çilekli stimulant kokusu yanık silikon kokusuyla karışıyor,
rüzgar vurdukça yerini lağım ve sidik kokusuna bırakıyordu. Sigarasından biraz
daha çekti. Kulaklarına dijital bir uğultu sesi gelince rahatsız bir şekilde
ovuşturdu.
Jayne... o zamanlar adı SubTown olan Phoenix’in Punk
barlarından birinde tanışmışlardı. Karaoke odasını kapatmış bir serseri
grubunun içinde, sırayla vuruştukları stimpacklerden ona uzatılanları almamak için direten o
sevimli masum şeyi bir süre uzaktan gülümseyerek izlemiş, daha sonra yanına
yaklaşıp “Böğürtlenli milkshakeini sek mi alırsın, yoksa üzerine çikolata
parçacıkları serpiştireyim mi?” diyerek ayartmıştı. Şaşkınlığını ustalıkla
gizleyen Jayne, “Parçacıklı olsun, sek içince azıtıyorum” diye cevap vermiş, ve
karşılıklı gülüşmelerle muhabbeti koyulaştırmışlardı. O geceden sonra birlikte inişli
çıkışlı geçen iki muhteşem yılın ardından, oğulları Carter dünyaya gelmişti. Bu
estetik ve prostetiklerden oluşan sahte dünyadan çıkabilecek en gerçek aşkı
yaşamışlardı. İşte bu yüzden, onbeş sene sonra Carter’ı kaybettiğinde Jayne’in yanında
kalmaya, onun suratında Carter’ı görmeye daha fazla tahammül edememişti. Jayne’in
bütün yalvarmalarına rağmen, kendine yeni bir hayat kurmaya karar vermiş, onu
ve şehri arkasında bırakıp terk etmişti. Onu o günden sonra da bir daha hiç
görmemişti. Jayne...
Bu sefer onu düşlerinden uyandıran şey bir kahkaha nidası
oldu. Dönüp baktığında alkol almış züppe bir çiftin, Latex Neon marka ışıklı
deri botlarıyla suları şapırdata şapırdata, sokak boyunca savrula savrula yürüdüklerini gördü. Kadın kareli çorap ve
kısacık deri şort üzerine, krom dikenlerle çevrelenmiş siyah bir sutyen, ve
onun üzerine de tamamen saydam ve çevredeki ışıkları yansıtan parlak bir
yağmurluk giymişti. Sapsarı saçlarını iki yandan çocuksu bir şekilde toplamış,
gözlerinin çukurlarını ve dudaklarını abartılı bir makyajla simsiyah boyamıştı. Koluna girmiş kel adam, deri
ve dar bir pantolon üzerine siyah trençkot giymişti. İkisinin
de yüz hatları kusursuzdu. Olabilecek bütün pürüzler adeta bir dijital çizim
programında düzeltilmiş gibiydi. Bu kusursuzluk devrinde bu bilinçli
vatandaşlardan daha azı da beklenemezdi zaten. Önünden geçerken kahkahalarına ara verip göz ucuyla ona baktılar. Onlar kendi aralarında bir şeyler fısıldaşırken, o ise
bu tiksinme jestlerine alışık olduğu için istifini bozmadan ve bakışlarını onlardan
ayırmadan sigarasından bir fırt daha çekti. Birazdan, çift yeterince
uzaklaştıktan sonra, önüne dönüp gayrı ihtiyari, ayaklarının altındaki incecik
göletteki yansımasına baktı. Porselen kusursuzluğundaki yüzünün karanlığında
ışıl ışıl parlayan menekşe rengi gözlerini gördü. Yüzüne dokundu. Tatsız bir hışırtı sesi çıktı. Öfkelenip ayağıyla suyu buğulandırdı. Kulağını, yeniden başlayan
dijital uğultudan dolayı daha sertçe ovuşturduktan sonra bir küfür savurup
ayağa kalktı ve sigarasını fırlatıp yürümeye koyuldu.
Old Columbia huzuru arayan bir insanın terapi olabileceği -en
azından bu çılgınlık çağında- nadir şehirlerden biriydi. Küçük apartman
dairesine yerleşir yerleşmez ilk yaptığı şey, kimliğini değiştirmek oldu. Şimdi
yeni şehri, işi ve kimliğiyle yeni hayatına atılmaya hazırdı. Fakat işler
umduğu gibi gitmedi. Ne yazık ki Carter’ın simasını gördüğü tek yüz Jayne’inki
değildi. Aynaya bakmak gitgide zorlaştı. Bir süre sonra durum dayanılmaz bir
hal almaya başlayınca, kendini bir estetik kliniğinde buldu. Kısa bir
operasyondan sonra artık bambaşka bir yüze sahip olmuştu. Artık o da “Kusursuz”lardandı.
Fakat bu da kurtuluşu olmadı. Bütün geçmişinden sonra yüzünü
de kaybetmek, ruhunda onulmaz yaralar açtı. Eski benliği ve anıları bir an
aklından siliniyor, bir an şimşek gibi aklına geri giriyordu. Kabusları arttı.
Kendine güveni yok oldu. Unutkanlık sorunları yaşamaya başladı. Hafızasında
olaylar arasında geniş siyah boşluklar oluştu. Çıldırdı. Aynaları yumrukladı.
Yüzünü parçaladı... Nihayet Old Columbia’nın en yüksek binası olan DA
Automatronics‘e çıkıp -ki bir Julios Prime gökdeleni olamasa da en az 250 metre
vardı- kendini aşağı bıraktı.
Carter... Küçüklüğü geldi aklına. Sanatçı ruhlu ve narin bir
çocuktu, bu çağın çocuğu değildi asla. Mutfaktaki yardımcı otomatondan korkup ona
sığındığı bir anısı geldi aklına. “Oğlum, otomatonlar sana zarar veremezler. Bu
korkunu yenmelisin artık. Otomaton kanunlarını hatırla, say hadi tekrar, neydi?”
demişti. Carter ürkek ama zeki bir çocuktu. “Otomatonlar insanlara zarar veremezler, onları korumak zorundadırlar, ve bu koşullar altında otomatonlar kendilerini de korumak zorundadırlar” demişti bir çırpıda. Evladını şefkatle kucağına alıp “o zaman korkacak bir şey yokmuş değil mi?” demişti o da.
Masum, ürkek bebeğiydi o. Carter...
Gökdelenden düşerken kulaklarındaki uğultu dayanılır gibi değildi.
Yere gitgide yaklaştı.
Sokak boyunca yürürken o dijital uğultu yine ortaya çıktı. Kulağına
vurdu tekrar. Tok bir metal sesi geldi.
Yere çakılınca paramparça olan vücudu, DA
Automatronics’in avlusunun dört bir köşesine dağıldı. Vücut parçalarını
temizlemeye koyulan görevliler, şans eseri en önemli organın bütünlüğünü
koruduğunu farkettiler. Onu alelacele, henüz prototip aşamasındaki 4. nesil bir avatar otomatonuna infüze ettiler.
Bir otomatonun içine yerleştirilmiş gerçek, yetişkin bir insan beyni...
Yürüdü, yürüdü. Gecenin bu geç saatlerinde hava
buz gibi soğumuştu, fakat o üşümüyordu. Sıcak tutması gereken bir vücudu,
dolayısıyla bir dolaşım sistemi yoktu. İşte bu yüzden kalbi de yoktu. Malum
olaydan sonra vücuduyla beraber kalbini de kaybetmişti. Sıcak, heyecan ve
doygunluk hisleri yoktu. Tatmin yoktu.
Her şeye rağmen ölüm de yoktu; "... ve bu koşullar altında otomatonlar kendilerini de korumak zorundadırlar."
Sokağın sonuna yaklaşırken şehrin gürültüsü de yavaşça büyüdü
kulaklarında. Az sonra trafikte karşıdan karşıya geçen yayalara karışacak, B-21
hava otobanı üzerinden Caterpiller Julios Prime istasyonuna ulaşacaktı. Buradan Old Columbia'daki DA Otomatronics’in merkez ambarına geçip ,kendini, ona ayrılmış kapsülünde sabaha kadar şarj edecekti. Sonsuza kadar sürecek
hayatında, evden işe, işten eve gidip gelirken, bir sonraki on küsür yılda oğlunun
ölümünü yeniden yaşayıp beynine o acıyı yeniden saplayacağı günü iple çekecekti.